İzmirSMD'nin bu yıl ikincisini Samet sponsorluğunda düzenlediği MERHABA - İZMİR SMD ÖĞRENCİ BİTİRME PROJESİ ÖDÜLÜ 2018'de ödül alan öğrenciler Venedik gezisi yaptılar.
Gezi Başkanı Prof. Deniz Güner Güner ile Öğrencilerden Mustafa Kabakçı ve Özlem Delikanlı'nın izlenimleri;
MİTLERİN, ARZULARIN VE HAFIZANIN BİÇİMLENDİRDİĞİ VENEDİK’İN YİTİK GÜZERGÂHLARI
İzmir Serbest Mimarlar Derneği tarafından ilk kez geçen yıl düzenlenen ve İzmir’deki mimarlık okullarından mezun olan genç meslektaşların meslek hayatına girmelerini ödüllendirmeyi hedefleyen “Merhaba Öğrenci Bitirme Projesi Ödülleri”nin bu yılki ödülü, Samet firmasının sponsorluğunda Venedik kentine yapılan excursion (mimari keşif gezisi) idi. Yarışmada eşdeğer ödülü kazanan Özlem Delikanlı (Dokuz Eylül Üniversitesi), M. Mustafa Kabakçı (İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü) ve İrem Kaleci (İzmir Ekonomi Üniversitesi) ile gerçekleştirdiğimiz excursion’ı, mimarlık ve sanat tarihinin Venedik’teki başyapıtlarını görmekle sınırlamayıp, 2018 Venedik Mimarlık Bienali vesilesiyle öğrencilerin güncel mimarlık söylem ve pratiklerini de takip edilebilecekleri, mimarlığın geçmişi kadar, şimdisi ve geleceği hakkında da bilgi sahibi olabilecekleri, gündem ve gidişat hakkında fikir alabilecekleri bir gezi olarak kurguladım.
Bir Öğrenme Biçimi Olarak Excursion
Excursion’ı diğer gezilerden farklı kılan şey, kenti belirli bir tema ve izlek doğrultusunda gezmeyi önermesidir. Bunun yanı sıra bir başka özelliği de, öğrencilere daha önce öğrendikleri kitabî bilgiyi deneyim yoluyla görgül bilgiye dönüştürebilme imkânı vermesidir. Kişinin gördüğü, hissettiği, bedeni ve zihniyle idrak ettiği bu deneyim biçimi, bellek ve anılar yoluyla daha önceden kaydettiği bilgi parçalarını yere ait kılmakta ve bunları birbirleriyle ilişkilendirerek, anlamlandırmaktadır. Ama asıl önemli katkısı, kişiye derin bir bağlamsallık fikrini aşılamasıdır. “Bağlam”a dair bu bilinçlenme, yerin fiziksel özelliklerinin ötesinde, yaşama ve gündelik hayata yönelik yoğun ve baş döndürücü bir içeriğe, kitaplarda görülen binaları yakın çevreleriyle, yani fotoğraf kadrajının dışında kalan ayıklanmış binalarla ve kentsel dokuyla birlikte keşfetmenin şaşırtıcılığına, özenli bir coğrafyanın kendine özgü zamansallığını ve mevsimlerin yarattığı ritim değişikliklerini derinden hissettirme becerisine, basılı ve sosyal medyadan hiçbir zaman edinilemeyecek olan yaşama ve gündelik hayata temas etmenin o sarsıcı gücüne sahiptir. Bu nedenle excursionlar, aşina olunan bilindik mimari başyapıtları ve kentsel ortamları, içinde bulundukları coğrafyanın derin ve karmaşık bağlamsallığı içinde kavramayı mümkün kılarken, bu artefakları kendi tarihselliklerine, coğrafik ve kültürel bağlamlarına “yeniden” oturturlar. Özetle excursionlar, tarihselliğin deneyim yoluyla yeniden keşfedilmesine yardımcı olurlar.
Bu derin kavrayışa temel oluşturması için öğrencilere yol boyunca, kentin kültür ve imar tarihi iç içe geçen, hatta birbiriyle kesişen tarihsel anlatılar olarak aktarıldı. Venedik’i var eden özgül ve kırılgan coğrafik konumdan başlayarak, kentin kuruluşundan itibaren arsa üretmek için doğaya karşı verilmiş irade savaşından bu gayretin sonucunda Venedik lagünü içerisinde ahşap kazıklar üzerinde yüzyıllar boyunca yetkinlik kazanmış incelikli yapı kültürüne dek uzanan, Venedik’i diğer kentlerden farklılaştıran karakteristikleri üzerine konuşuldu. Gemi yapım teknolojisindeki gelişmenin ve beraberinde denizcilik bilgisinin getirdiği müthiş yoğunluktaki ticari faaliyetlerden, kentin zenginliğinin asıl kaynağı olan onlarca koloniden mal sevkiyatını sağlayan Venedikli tacir prototipinin yüzyıllar içinde nasıl oluştuğundan, kentin mal-insan akışını disipline eden ve sermaye birikimini regüle eden yasal düzenlemeler nedeniyle Avrupa’daki ilk pre-kapitalist bürokratik yapılanmanın bu coğrafyada nasıl doğduğundan bahsedildi. Ticaret piyasasının yoğunluğu sayesinde antik dönemden beri canlı kalmayı başaran Venedik’in yaya hareketleri ve tüccar pratikliği ile biçimlenmiş kentsel dokusu hakkında yerinde saptamalar yapılırken, mal sevkiyatının ve işleyiş örüntüsünün belirlediği piyasa ekonomisi sayesinde kentin nasıl dinamik bir yaşam geliştirdiği üzerine konuşuldu. Gemi yapım bilgisinin yüz yıllar boyunca presizyon kazandığı tersaneler sayesinde gelen malların depolandığı ve dağıtıldığı alanları güvenli ve lojistik bölgelerde yoğunlaştıran Venedik’in, emtianın değerini ve piyasa koşullarını belirleyen borsa ve kent meclisi gibi yönetsel aygıtları erkenden örgütleyebilmiş Avrupa’daki öncü kentlerden biri olduğu üzerine çeşitli saptamalarda bulunuldu. Yüzyıllar boyunca asil kandan gelen aristokratlar ile dini ruhban sınıfı arasında süregelen iktidar ve güç savaşını kökünden değiştirecek olan ve tarih sahnesine üçüncü bir aktör olarak giren zengin tacirlerin, yani kent soylularının (burjuvazinin) kentleri ve mimarlık kültürünü nasıl radikal bir biçimde dönüştürdükleri, bu aktörlerin yaptırdıkları yapılar deneyimlenirken yerinde konuşuldu. Sömürgelerden gelen para, mal ve emtialar sayesinde Venedikli tacirlerin de tıpkı diğer soylular gibi gösterişli ve şaşalı kent içi saraylar (Palazzo) hanlar, villalar ve katedraller inşa ettirdikleri ve bunların içlerini süsleyen sanat eserleri sayesinde sömürgecilikten gelen zenginliğin kentte nasıl cisimleşerek kristalize olduğundan ve yeni emtialara dönüştüğünden bahsedildi.
Turist olmak yerine gezgin olmanın hedeflendiği bu excursion boyunca, öğrencileri kentin derin tarihselliği ve kadim geçmişi ile daha sakin ortamlarda buluşturmak amacıyla, bilindik turistik rotaların dışına çıkılarak, yerlilerin tercih ettikleri mekânlarda, onların rutin ritüelleri ve gündelik hayat pratikleri eşliğinde, yerel gastronomik duraklar, kentin saklı kalmış ve az bilinen gizemleri keşfedildi.
Venedik’in Öğrettikleri
Kültür tarihi, sosyal tarih, kentin gizemleri, tarihi mitler, imar hareketleri, gastronomik incelikler, sanat tarihinin başyapıtları arasında salınarak gezinmek, kentsel katmanları ve tarihin izlerini sürmek, gündelik hayatın ritim ve ritüellerini gözlemlemek, mimari antropolojiyi kamera vizörünün arkasından yakalamak, Venedik kolonilerinden binlerce yıldır gelen sömürü zenginliğinin ihtişam ve gösterişine ibretle bakmak… Kenti haritalar üzerinden çözmeyi imkânsız kılan dolambaçlı kanallar ve köprüler sistemi nedeniyle ziyaretçilere her seferinde farklı bir güzergâh sunan, etkileyici tarihsel birikimiyle kişiye terbiye kazandıran Venedik kenti, yüzyıllardır herkes gibi mimarları da kendine âşık etmeyi başarıyor.
Mitlerin, arzuların ve hafızanın biçimlendirdiği Venedik’e uğrayıp da derinden etkilenmeyen mimar neredeyse yok gibidir. Mimarlık tarihi de bu hayranlığın ilginç ve özgün kayıtlarıyla doludur. Kenti mimarların hac güzergâhına dönüştüren bu hayranlık dolu yüceltici mimarlık tarihi anlatıları dışında, Venedik’i mitler, arzular ve hayaller yoluyla her seferinde yeniden inşa edip çözen geniş bir topos’u, 17. ve 18. yüzyıldan itibaren veduta sayesinde popülerleşmiş bir imgeselliği, 13. yüzyıldan itibaren gezginlerin meselleri ve yazarların anlatıları ile biçimlenmiş derin bir metinselliği vardır.
Anlatı olarak Venedik
William Shakespeare’in Venedik Taciri (The Merchant of Venice, 1600) isimli Venedik Cumhuriyeti’ne (La Serenissima) övgü olarak yazdığı Rönesans güzellemesi ile başlayan kente yönelik yazınsal ilgi, Venedik’teki politik özgürlüğü yücelterek siyasal bir model olarak sunan Jean-Jacques Rousseau (1744), Montesquieu (1748), Carlo Goldoni (1750) ve Voltaire’in (1759) methiyeleri sayesinde giderek siyasal bir içerik kazanmıştır. Ancak kente yönelik yazınsal ilgideki asıl artışı, seyyahların, gezginlerin ve yeni yeni doğmaya başlayan turist tipinin yazdıkları günlükler, hatıratlar ve seyahatnameler ile olmuştur. Richard Pococke (1734), Charles de Brosses (1739-1740), Arthur Young (1787-1789), William Wordsworth (1802), Johann Wolfgang von Goethe (1816-1818), Lord Byron (1818), Percy Bysshe Shelley (1818), Washington Irving (1824), Alfred de Musset (1828), Giacomo Casanova (1829), Honoré de Balzac (1836), Edgar Allan Poe (1845), Charles Dickens (1846), Mark Twain (1869), Henry James (1888), Georg Simmel (1907), Ezra Pound (1908), Filippo Tommaso Marinetti (1909), Thomas Mann (1912), Franz Kafka (1913), Marcel Proust (1925), Jean-Paul Sartre, (1953), Italo Calvino (1972), W.G. Serbald (1990) vd.nin Fantastik’ten Romantik’e kadar uzanan farklı tür edebi eserleri ve gezi anlatıları, Venedik’i metinsel anlatıların malzemesi kılarak, “Venedik Miti”nin yerleşmesine katkıda bulunacaktır.
17. yüzyılın başından itibaren bireysel çabalar ve sponsorlar ile başlayan The Grand Tour, 1840’larda demiryollarının yaygınlaşmasıyla kitlesel bir içerik kazanmış, bir yandan 21 yaşına basan üst sınıfa ait Avrupalı genç erkeklerin deneyim kazanmak üzere Torino, Pisa, Padova, Bologna, Venedik, Roma Napoli üzerinden Sicilya’ya doğru yaptıkları İtalya gezilerini tetiklemiş, diğer yandan bu kültür odaklı turistik geziler yetişkinliğe geçişin göstergesi olarak Avrupa elitleri arasında kültürel bir norm oluşturmuştur. Öte taraftan, The Grand Tour’un önemli bir durağı olan Venedik, Avrupa kültürünün kökeni olarak görülen Yüksek Rönesans’ın ve Neo-Klasisizm’in başyapıtlarına ev sahipliği yapması nedeniyle tüm mimar ve sanatçılar için eğitim aldıkları kurum tarafından görülmesi zorunlu tutulan güzergâhların başında gelmekteydi. Bu durumun oluşmasında, sanat tarihinin kurucularından Johann Joachim Winckelmann’ın (1767) ve yazar Johann Wolfgang von Goethe’nin 19. yüzyıl başında İtalya’ya yaptıkları gezilerin notları ve anıları etkili olmuş, mimarlar ve sanatçılar için ilham kaynağına dönüşen yazılarda bahsedilen mekânlar, Venedik’i excursionların vazgeçilmez durağı yapmıştır.
Mimarların Venedik’i
Adriyatik denizi ile tatlı su gölünün birleştiği Venedik lagünü üzerinde bulunan ufak ve sığ adacıkların insan becerisi ile yerleşilebilir alanlara dönüştürülmesiyle biçimlenen Venedik kenti, her zaman mimarların, kent plancılarının ve sanat tarihçilerinin ilgisini çekmiştir. Genişleme imkânı olmayan ve sınırlı toprak parçası üzerinde yükselen Venedik kenti, sanılanın aksine 10. yüzyıldan beri sürekli ve yeniden inşa edilmektedir. Kent yayılarak büyümek yerine ancak düşeyde yoğunlaşabildiği için üst üste istiflenmiş, dönem eklerinin ve kentsel katmanlaşmanın izlerinin rahatlıkla okunabildiği, Avrupa’daki en ilginç çok katmanlı kentlerden biridir. Kenti ayrıştırarak okumanın mümkün olmadığı, son derecede girift bir tarihselliğe ve birikime sahip Venedik’in Ortaçağ dokusuna sahip daracık yolları ve karanlık geçitleri boyunca ilerlerken, İngiliz sanat ve kültür eleştirmeni John Ruskin’in ifadesiyle “Venedik’in Taşları”na (The Stones of Venice, 1851-1853)1 ve İhsan Bilgin’in deyimiyle “sıva”sına2 sirayet etmiş olan tüm bu çok katmanlılık, yoğun tarihsellik ve palimpsest olmuş patina katmanları koruma kuramının bu coğrafyada doğmasına neden olmuş gibidir. Sanayileşme ve modernleşmenin yıkıcı etkileri karşısında bütünlüklü ve ahenkli bir kentin nasıl olması gerektiği arayışında olan Ruskin için Venedik, korunmuş geçmişiyle kopukluk yaşamaması nedeniyle modern kentin ideal prototipidir.
Ruskin’in romantik ve naif bakışına rağmen, kenti anakaraya bağlayan demiryolunun 1846’da yapılması ile Venedik, modernleşmenin kaçınılmaz etkilerine maruz kalmış, belediye mühendisi Eugenio Miozzi’nin 1933’de demiryoluna paralel yaptığı karayolu köprüsü sayesinde tarihinde ilk kez kente araba ile erişim sağlanmıştır. Diğer yandan, Ignazio Gardelli ve Carlo Scarpa gibi İtalyan rasyonalistlerin Venedik’in tarihi dokusu içinde yer alan projeleri Miozzi’nin hazırladığı rasyonalist operasyon planı sayesinde 1950’lerde hayata geçme imkânı bulmuştur. Scarpa'nın kentin biriktirdiği ve sahip çıktığı zanaat bilgisini kristalize eden ve gündelik hayata sızabilen az sayıdaki yenileme projesine karşın Louis I. Kahn, Frank Lloyd Wright, Le Corbusier’in gerçekleşme fırsatı bulamayan amfibi projeleri ve onların süregelen hayaletleri bugün bile Venedik’in güncel mimarlık gündeminde kendilerine yer bulabilmektedir.
Venedik’in çağdaş mimarlık ile yeniden buluşabilmesi için ironik olarak 1980 yılını, yani gündemden düşen modern mimarlık yerine postmodern mimarlığın kutsanmasını beklemesi gerekmiştir. Venedik Bienali 1895’den beri yapıldığı için “sanat alanının olimpiyatları” olarak anılmasına karşın, mimarlık alanında özelleşmesi ilk kez 1980 yılında Paolo Portoghesi’nin yönetiminde gerçekleştirilen Venedik Mimarlık Bienali ile olmuştur.
Popüler arzu nesnesine ve fetişe dönüşen Venedik
Venedik’in sahip olduğu kültürel birikiminin kaynağı yalnızca koloni sömürgeciliği ve deniz ticaretinden gelmemektedir. Geç Gotik ve Erken Rönesans’tan beri süregelen aristokrat ailelerin sanata hamilik yapma geleneğinin Peggy Guggenheim gibi varsıl aileler, köklü vakıf ve üniversiteler tarafından da sürdürülmesi sayesinde Venedik, kültürel sermayesini sürekli korumuş ve çoğaltmış gözükmektedir. Bu birikimin müzeler ve kişisel koleksiyonlar dışında kamusal bir içerik kazanması, yıl boyu süren sanat etkinlikleri ve sayısı giderek artan bienaller3 yoluyla olmuştur. Bu kültürel birikimin meyvelerinin çoğalarak kente geri dönmesi Venedik’in hızla uluslararasılaşması sayesinde, yani İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında -özellikle de uzun süren faşist dönemin bitmesiyle- 1948’de yeniden yapılmaya başlanan Venice Art Biennale sayesinde olmuştur. Bu uluslararasılaşmanın bir diğer yansıması da, savaş nedeniyle Avrupa’yı bir anda yeniden keşfeden Amerikalılar sayesinde Venedik’in hızla Hollywood sinemasının popüler bir setine dönüşmesidir. Venedik aşığı Amerikalı yönetmen David Lean’in çektiği 1955 yapımı Summertime filmi, Katharine Hepburn’ün canlandırdığı kenti tek başına ziyaret eden Amerikalı bir kadının Venedik fonunda geçen gönül maceralarını anlatarak, romantizm başkenti olarak görülen Paris’in tahtını sarsmıştır. Günümüze kadar 850’ye yakın filme setlik yapmış olan kent, popüler tahayyülde bazen gizemli bazen maceraperest, ama çoğunlukla da romantik filmlere fon olmuştur. Venedik’te çekilen James Bond filmlerinin yanı sıra [From Russia with Love (1963); Mooonraker (1979); Casino Royale (2006)], Tomb Raider II (1997) ve Assassin’s Creed II (2009) gibi bilgisayar oyunları ya da gençliğe hitap eden Madonna’nın “Like a Virgin” (1984) ve Siouxsie and the Banshees’in “Dear Prudence” (1984) adlı video klipleri sayesinde Venedik’in popüler kültür içindeki alımlanışı radikal biçimde dönüşmüştür.
Tüm bunlara karşın, kenti saf bir romantizmin içine hapseden imge, metin ve söylem yığının dışına çıkarak Venedik’i eleştirel bir bakışla anlamaya, hatta büyübozumuna uğratmaya çalışan birçok çalışma da vardır. Mesela, Alman yönetmen Andreas Pichler’in 2012 yılında çektiği The Venice Syndrome (Das Venedig Prinzip) adlı belgesel, kültür ve turizm endüstrisinin Venedik’i nasıl çökerttiğini gözler önüne sermektedir. Akdeniz’de dolaşan kurvaziyer gemilerin her sabah ortalama 60.000 turisti kente salarak akşamları alıp gittiği, yılda yirmi milyon yabancı turistin ziyaret ettiği Venedik kentinin tümüyle küresel turizm ekonomisi ile ayakta durduğunu göstermektedir. Bugün yaklaşık 48.000 civarında olan kent sakini sayısı, yönetmenin de vurguladığı gibi, 1438’de yaşanan Büyük Veba Salgını sonrasındaki Venedik’in nüfusu ile aynıdır. Yerel yaşamın çökmek üzere olduğu, yerli nüfusun hızla azaldığı bu müzeleşmiş ölü kentte, Airbnb’ler sayesinde her bina konaklama sektörüne hizmet verir hale gelmiş durumdadır. Küresel turizm dalgasının yarattığı göçmenlerden oluşan servis sektöründen, İtalyan mutfağına ihanet olarak görülen dondurulurmuş hazır gıda yiyeceklerinin sunulduğu restoranlardan, biletle girilen her müze, saray ve kilisede fotoğraf için ayrıca para ödenmesinin kültür ve turizm endüstrisinin en önemli gelir kaynağına dönüşmesinden gezi boyunca sıklıkla bahsedildi. Her şeyin turist yığınlarına haz sağlamak üzere tüketim odaklı sahnelemelere dönüştüğü, yerli, otantik ve sahici olan ile karşılaşma imkânının neredeyse tükendiği bir dekor kentte olduğumuzu Venedik’in kendisi de bize sık sık hatırlattı.
Venedik’i alımlayışımızı belirleyen tüm bu turistik klişelerden, içine saplandığımız mitlerden ve bakışımızı yönlendiren küresel beklentilerden öğrencileri çıkarmak üzere excursion’ın rotasını küçük alanlara sıkışmış yerel işletmelere, üniversite bölgelerine çevirmek bize bir çözüm yolu olarak gözüktü.
“İlk Kentten Yola Çıkmak”
Şafak sökmüştü ki:
"Efendimiz, bildiğim kentlerin hepsini anlattım sana," dedi.
"Hiç sözünü etmediğin bir kent kaldı."
Marco Polo başını eğdi.
"Venedik," dedi Han.
Marco gülümsedi. "Bunca zaman ne anlattım sanıyorsun ki sana?"
İmparator istifini bozmadı: "Hiç duymadım oysa adını andığını."
Ve Polo: "Ne zaman bir kent anlatsam Venedik'le ilgili bir şeyler söylüyorum."
"Sana başka kentleri sorduğumda onları anlatmanı isterim. Venedik'i sorduğumda da Venedik'i."
"Diğer kentleri anlamak, farklılığını kavramak istiyorsam, gizli bir ilk kentten yola çıkmak zorundayım. Benim için bu, Venedik."4
Venedik’in fiziksel çekiciliğinin önüne geçen binlerce mit, anlatı ve tahayyüllün asıl kaynağı, 13. yüzyılda Çin'e kadar ulaşan ve orada Büyük Han'ın elçisi olarak Uzak Doğu'yu köşe bucak dolaşan Venedikli tacir Marco Polo’nun anılarından oluşan Milione adlı gezi notlarıdır. Italo Calvino’nun 1972 yılında yayımladığı Görünmez Kentler adlı kitabı ise, Marco Polo’nun bu hatıratını temel alan, içinde Venedik’ten parçalar olan 55 masal kentini anlattığı bir yolculuk hikayesidir. Calvino’nun dediği gibi, diğer kentleri anlayabilmek, farklılığı kavrayabilmek amacıyla excursion için önceliği bu “ilk kent”e vermenin, öğrencilerin ilk olarak Venedik’i görmelerinin daha anlamlı olacağını düşünmüştüm. Bu nedenle excursion sonrasında öğrencilerden kendi Venedik izlenimlerini yazmalarını ve şu 3 soruya cevap verecek içerikte metinler üretmelerini rica ettim: Venedik kenti, biz mimarlara ve mimarlık öğrencilerine ne öğretebilir? Mimarlık Bienalleri ne işe yarıyor? Excursionlar bize ne katar? Metinlerine eşlik etmesi için her birinden şu başlıkta 3 adet de fotoğraf istedim: Sizin algıladığınız ve hissettiğiniz Venedik’i en iyi anlatan fotoğraf nedir? Venedik Mimarlık Bienal’ini en iyi anlatan fotoğraf ne olabilir? Excursion’da sizi en etkileyen şeyin fotoğrafı nedir?
Venedik’in yüzyıllar boyunca edindiği zenginlik ve birikimi, yıkım ve kayıpları, gezi anlatılarına ve hatıralara konu olmuş birbiriyle çatışan tahayyüllerini, teatral ve politik kültürünü, hatta küresel turizm endüstrisinin sürekli yeni baştan ürettiği tüm bu bereketli “Venedik toposu”na ufak bir katkı koyabilmek ve kente sinmiş büyüyü bir kez daha bozabilmek dileğiyle…
Prof. Dr. Deniz Güner
D.E.Ü. Öğretim Üyesi / İzmirSMD Onur Üyesi
1 John Ruskin, Stones of Venice III; The Fall, London: Smith, Elder & Co, 1853; Stones of Venice II; The Sea Stories, New York: John Wiley, 1860; Stones of Venice I; The Foundations, London: Smith, Elder & Co, 1851.
2 İhsan Bilgin, “Bayram’da İtalya, ilginç, görkemli ve güzel”, Serbestiyet, 07.07.2016. http://serbestiyet.com/yazarlar/ihsan-bilgin/bayramda-talya-ilginc-gorkemli-ve-guzel-701892
3 Art Biennale (1895’den beri tek sayılı yıllarda), Biennale Musica (1930’dan beri iki yılda bir), Biennale Teatro (1934’den beri iki yılda bir), Venice Film Festival (1934’dan beri her yıl), Venice Biennale of Architecture (1980’dan beri çift sayılı yıllarda), Dance Biennale (1999’dan beri iki yılda bir), International Kids' Carnival (2009), Venedik Karnavalı (resmi olarak 1979’dan beri her yıl).
4 Italo Calvino, Görünmez Kentler, (Le Città Invisibili, 1972), Çev. Işıl Saatçioğlu, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 7. Basım, 2016, ss. 131-132.